TUZLA TARİHİ
İSİM OLARAK TUZLA
Osmanlı Devleti Dönemi öncesinde bu bölgeye Akra veya Akritas deniyordu. Ayrıca burada Hristiyanların oturduğu aynı adı taşıyan bir de köy vardı. Bu Rum balıkçı köyü Türkiye ile Yunanistan arasında yapılan karşılıklı nüfus mübadelesinin yapıldığı 1923 yılına kadar burada varlığını sürdürmüştür
İlk çağ yazarları Akritas’ın Tuzla Burnu olduğunu söylemişlerdir. Bu yüzden buraya sadece burun anlamına gelen Akra da denmiştir.
Bazı kaynaklarda köyde deniz tuzlası bulunduğu ve adını bu tuzladan aldığı yönünde görüş belirtenler bulunmaktadır. Ancak, Tuzla’da yıllardır ikamet eden kişiler, Tuzla sahillerinde böyle bir deniz tuzlasının varlığını bilmedikleri ve bu konu ile ilgili herhangi bir duyumlarının da olmadığını ifade etmektedirler.
Başka bir görüşe göre de; Bizans ve Osmanlılar Dönemi’nde İstanbul'un tuz ihtiyacının önemli bir bölümünün Tuzla’dan karşılandığı ve elde edilen tuzun o günlerde sığ bir lagün olan Kamil Abduş Gölü’nden üretildiği; ayrıca yakınlığı nedeniyle de Akritas burnuna Tuz Burnu denmesine neden de tuz üretilen bu gölün olduğu ileri sürülmektedir.
Bu görüşlerin yanında Tuzla adının kaynağı olarak en güçlü ihtimal Deniz Harp Okulu’nun arazisi içinde kalan ve bir zamanlar tuz üretilen bu göldür. Gölün varlığı ve gölden yakın zamana kadar tuz üretildiği Tuzlalılar tarafından bilinmektedir. Az önce de belirtildiği üzere Tuzla köyü ve Tuz Burnu ile ilgili adlandırmalar Kamil Abduş Gölü ile ilgili değil bu göl ile ilgilidir. Çünkü, çevredeki su havzasındaki suların Kamil Abduş Gölü’nde toplanması gölün tuzluluk oranını düşüreceğinden böyle bir gölden de tuz üretmeye çalışmak söz konusu olmamaktadır.
Ayrıca bu bölgede tuz ticaretiyle uğraşıldığına dair Osmanlı arşivinde kayıtlar vardır.438 No ve 937 /1530 tarihli Osmanlı tapu tahrir defterinde Tuzla köyü nüfusunda tuzcuyan zümresine kayıtlı 31 kişi vardır. Bu kayıt bölgede tuz ticareti yapan ve buna karşılık vergiden muaf tuzcu kesimi göstermektedir.
Bu bilgilerden anlaşılacağı üzere hepsinde ortak bir nokta vardır; o da bölgede tuz üretilen bir Tuzlanın varlığı ve sürekli olarak köy halkının önemli bir kesimin köyde tuz ticaretiyle uğraşıyor olmasıdır. Sonuç olarak bu hususlara dayanarak bu köye Tuzla adı verilmiştir ve bu isim 1530 yılından beri kullanılmaktadır.
TARİHİ SÜREÇ İÇERİSİNDE TUZLA
İnsanlar uzun yıllar hayatlarını devam ettirebilmek için iki unsura önem vermişlerdir: Beslenme ve güvenli bir mekana sahip olmak. Kocaeli Yarımadası bu iki unsuru bünyesinde taşıyan bir bölgedir. Ilıman iklimi, sık ormanları, bol kaynak suları ile Eski Çağlardan beri insanların ilgisini çekmiş ve toplulukların hayatlarını sürdürebilmeleri için tercih edilen bir bölge olmuştur.
Bir bölümü Kocaeli Yarımadası’nın oluşturduğu Marmara Bölgesinin, Neolitik yaşam biçiminin( Yerleşik düzene, tarıma ve hayvan besiciliğine dayalı üretimci yaşam) sınırında bulunduğu tahmin edilmektedir. MÖ 10000 yıllarında Orta Anadolu’da başlayan Neolitik Dönem MÖ 7000 yıllarında Marmara Bölgesi’nde de görülmeye başlanmıştır. Bu süreç belirli bir hareketin sonucu değildir. Yaklaşık 1500 yıllık bir zaman dilimi içinde Orta Anadolu kültürlerinden etkilenilmiştir. Bu sürecin özelliklerini taşıyan arkeolojik verileri Fikirtepe (Fikirtepe, Temeyne, Tuzla) evresinde görmek mümkündür. Burada şunu da belirtmekte yarar vardır; Neolitik kültürün çanak çömlek kullanımı, evcil hayvanları, tarım bitkileri, sürme taş aletler ve diğer unsurların yanında, Mezolitik kültüründe(tarih öncesi devirlerden taş devrinin ikinci dönemi olup, orta taş (yontma taş) devri’ne verilen isimdir,yerleşik yaşama yönelim bu çağda başlamıştır) bölge kültürünün şekillenmesinde katkısı vardır.
Kocaeli Yarımadası’nda yapılan kazılarda ve yüzey araştırmalarında birçok döneme ait arkeolojik bulgulara rastlanmıştır. Bu araştırmalarda elde edilen sonuçların en önemlileri Neolitik Dönem’e ait olanlardır.1908 yılında İstanbul-Bağdat demiryolu yapımı sırasında Fikirtepe ve Pendik Temeyne’de yazılı tarih öncesi yerleşim yerlerine rastlanmıştır. Fikirtepe kültürü olarak adlandırılan bu kültürle eş zamanlı bir başka yerleşim yeri de Şevket Aziz Kansu’nun 1965 yılında yaptığı sondaj çalışmalarında Tuzla İlkokulu’nun (şimdiki İlçe Milli Eğitim Müdürlüğü Binasının) yapımı sırasında temeller kazılırken tespit edilmiştir.
Fikirtepe, Temeyne ve Tuzla yerleşmelerinde barınaklar 3 m çapında ve dallarla örtülü basit kulübelerdir. Sağlamlık ve yalıtım sağlamak amacıyla barınakların tabanı yüzeyden daha derine inilerek yapılmıştır.
Yiyecek artıklarına bakıldığı zaman avladıkları balık, yaban domuzu, yaban sığırı ve evcilleştirdikleri hayvanlarla beslendikleri, bunların yanında topladıkları bitki kökleri ve yabani meyveleri yedikleri anlaşılmaktadır.
Tuzla yöresinde bulunan yazılı tarih öncesi yerleşim yerlerinden bir diğeri de Hacet Deresi arkeolojik buluntularıdır. Hacet deresi; Fikirtepe, Temeyne ve Tuzla Kalekapı yerleşim yerlerinden daha eskiye dayanmaktadır.
TUZLANIN YÖRELERİ
1.Hacet Deresi
İnsanlık tarihi sürecinin en uzun dönemi olan Eski Taş Çağı; Alt ,Orta ve Üst olmak üzere üç alt döneme ayrılmaktadır.
1940 yılında yapılan tarihi bir araştırmada Tuzla’nın Aydınlı mahallesinin batısında Hacet Deresi mevkiinde bu döneme ait arkeolojik bulgulara rastlanmıştır. Bu bilgilere dayanarak bölgede binlerce yıl önce yaşamış insanların hayat tarzları hakkında az da olsa bilgi sahibi olmaktayız.
1940 yılında o zaman köy olan Aydınlı’nın batısında bulunan Hacet Deresi yöresinde yapılan araştırmalar neticesinde bir el baltası ve kazıyıcı tipinde yongalanmış taş aletler bulunmuştur. Bu balta Eski Taş Çağı’nın ilk evresi özelliklerini taşımaktadır.
2.Tuzla Kalekapı Çevresi
Kalekapı çevresinde 1958 yılında Tuzla İlkokulu’nun (şimdiki Milli Eğitim Müdürlüğü binası) temellerinin kazılması sırasında rastlanılan Neolitik Dönem’e ait arkeolojik bulgular vasıtasıyla Tuzla’nın bilinen en eski tarihi ile ilgili bilgiler elde edilmiştir.
Aynı okulun bahçesinde 1965 yılında yapılan arkeolojik araştırmada ise yine aynı döneme ait ağırşak ve çanak çömlek parçaları bulunmuştur. El yapımı olan keramiklerin; yüzeyleri açkılı, kum ve mika katkılı, içleri astarlı, koyu renkli, bazılarının ise deve tüyü renkte oldukları tespit edilmiştir. Keramik parçaları birleştirildiği zaman geniş ağızlı, boyunlu, boyunsuz, ağza doğru daralan, kenarlı, dudaklı ve düz dipli kaplar elde edilmektedir.
Arkeologlar, çanak çömlek yapımını baz alarak ilk kez bu çağda besinlerin toplandığını, yemeklerin pişirildiğini belirtmişler ve bu çağı Çanak Çömleksiz ve Çanak Çömlekli diye iki alt döneme ayırmışlardır. Türkiye de bu çağ, Yeni Taş Çağı olarak adlandırılmaktadır.
Uzun yıllar mağaraları ve çeşitli kovukları geçici barınak olarak kullanan insanlar sonunda yerleşik düzene geçerek konutlar yapıp köyler kurmaya başlamışlardır. Bu gelişme çağımızın sosyal ve ekonomik düzeninin başlangıcını oluşturmaktadır. Bu çağda insanoğlunun yaşam tarzında önemli değişmeler meydana gelmiş ve bu çağa gelinceye kadar geçimlerini avcılık ve toplayıcılıkla sağlayan insanoğlu üretime dayalı bir hayat tarzına geçiş yapmıştır.
Düz bir alan olan Kalekapı’da mimarî bir tarza rastlanmamıştır ve dal örgü biçiminde kulübelerin barınak olarak kullanıldığı tahmin edilmektedir. Yerleşim yerinde bulunan hayvan kemiklerine bakıldığı zaman Kalekapı sakinlerinin “karma ekonomik” model olarak tanımlanan bir beslenme düzeninin olduğu görülmektedir. Yoğun olarak balıkçılık yaptıkları, kıyı kesimlerden midye topladıkları, yaban sığırı avladıkları ve evcilleştirdikleri koyun ve keçilerin etlerini yedikleri; ayrıca çevredeki yenilebilir yabani yemişlerden de yoğun olarak beslendikleri anlaşılmaktadır.
3.Temeyne
Bu yerleşim yeri günümüzde Temeyne diye anılan yerde tespit edildiği için Temeyne Höyüğü diye adlandırılmıştır.
Temeyne, Pendik ve Kaynarca tren istasyonları arasında , SSK Hastanesinin tren istasyonu tarafındadır. Buluntu yerinden tren yolunun geçmesi ve çevreye yeni binaların yapılması sonucunda Temeyne yerleşim yeri ortadan kalkmıştır.
Bu bölgede ilk bilimsel çalışma 1960 yılında Şevket Aziz Kansu tarafından yapılmıştır. Ele geçen arkeolojik buluntular Fikirtepe Höyüğünde bulunanlarla aynı özelliklere sahiptir.
1981 ve 1992 kazı dönemlerinde ortaya çıkan tabakalar; ilk kazı yeri ile birleştirilememesi yüzünden bir bütünlük içinde yerleşim yerinin konumunu tam olarak belirginleştirmemiştir. Her iki kazıda da arkeolojik buluntu vermeyen sert ana toprağa inilmiştir. 1981 yılında yapılan kazıda 1 metreye kadar açılan çukurda Bizans Dönemine ait çanak çömlekler, 1 metreden sonra ise Son Yeni Taş Çağı bulguları veren 6 evreli tabaka tespit edilmiştir. 1992 yılında yapılan kazı da ise üst yüzeyin erozyona uğraması nedeniyle herhangi bir tabakalama yapılamamış, altta ise 3 veya 6 tabakalaşmanın varlığı anlaşılmıştır.
Her iki kazıda da birbirinin aynı olan mimari yapıların izlerine rastlanmıştır. Barınaklar çukurların üzerine yapılmış çamur sıvalı dal-örgü duvarları olan basit kulübelerdir.
Kazılarda ele geçirilen çanak çömleklerden başka saplı damga mührüne benzeyen bir madde , bir adet kadın figürü, hayvan heykelcikleri ve ağırşaklar da Temeyne'de ki buluntular arasındadır.
Çağdaşı yerleşmelerde olduğu gibi Temeyne’de de yontma taşlar kullanılmıştır. Bu taşlardan deliciler, kazıyıcılar, bazı alet uçları, az olmakla beraber öğütme taşları, ezgi taşları, yassı baltalar, yuvarlak vurgu taşları ve perdah taşları yapılmıştır.
Taş aletlerin dışında kemik ve boynuzdan yapılmış keski olta kancası, perdah aletleri, biz ve mablak gibi malzemeler de bulunmuştur.
1981 yılında yapılan kazıda iki barınağın içinde taban altına büzülmüş vaziyette gömülmüş insan iskeletlerine rastlanmıştır. Mezarlara hediye konmamıştır. 1992 yılı kazısında ise rastgele ve mimari ile ilişkili olmayan on dokuzu yetişkin, yedisi çocuk, geri kalanı ise fetüs olan iskeletlere ait otuz adet mezar bulunmuştur. Yanlarına az sayıda ölü hediyesi konmuştur.
Yerleşme alanında bulunan hayvan kemiklerinden anlaşıldığına göre koyun, keçi ve sığır gibi hayvanların etlerini yedikleri ve bu hayvanları da evcilleştirdikleri anlaşılmaktadır.
TRAKYA’DAN ANADOLU’YA GÖÇLER
Anadolu jeopolitik konumu itibariyle bugün olduğu gibi Eski Çağlarda da toplulukların ilgi odağı olmuş, etkileyici coğrafyasıyla birçok topluluğun yerleşik hayata geçmesine neden olmuştur. Dolayısıyla çok sayıda topluluk Anadolu toprakları üzerinde birlikte yaşayarak kaynaşmışlar ve neticede de kökleri çok eskilere dayanan geleneksel kültür ve çeşitli uygarlıklar meydana getirmişlerdir.
Gerek doğudan gerekse batıdan Anadolu’ya binlerce yıldır devam eden insan göçlerinin en fazla iz bırakanı MÖ 1200 yıllarına doğru başlayan ve birkaç yüzyıldır devam eden Trak göçleri olmuştur.
Balkanlardan gelerek Çanakkale ve İstanbul Boğazından Anadolu’ya geçen Frigler, Mysler ve Bitinler gibi büyük toplulukların yanında Bebrikler, Dolionlar gibi küçük kavimler de vardır.
Uzun yıllar göçebe yaşamış bu topluluklar Marmara’nın kuzey ve güney sahil kesimlerini kendilerine yurt edinmeye başlamışlardır. Bu yerleşmeler pek kolay olmamıştır. Çünkü bu göçler yapılmadan önce de Anadolu’nun çeşitli yörelerinde varlığını sürdüren devletler ve yıkılan bazı devletlerden arta kalan çeşitli topluluklar bulunmaktadır. Bu topluluklar kendilerine yurt edinebilmeleri için yerli topluluklar ve kavimlerle savaşmak zorunda kalmışlardır.
ROMALILAR DÖNEMİ
Bitinya Kralı IV. Nikomedes’in vasiyeti üzerine Bitinya’nın (Bitinya Krallığı veya Bitinya, MÖ 377 ve MÖ 64 yılları arasında Nikea başkentli, İzmit Körfezi, İstanbul, Sakarya ve Bursa arasında kalan bölgede hüküm sürmüş, Trakya kökenli Bitinler tarafından kurulmuş devlet) Roma’ya bırakılması üzerine Tuzla ve yöresi MÖ,74 yılından itibaren artık Roma topraklarının bir parçasıydı. Roma’nın 395 yılında Doğu ve Batı Roma olarak ikiye ayrılmasından sonra Tuzla ve yöresi yaklaşık 11 asır Doğu Roma’nın egemenliğinde kaldı.
Tuzla ve çevresi Roma egemenliğine girdikten sonra Tuzla ve çevresinde yaşayan insanların yaşam standartları Roma İmparatorlarının yönetim biçimlerine göre değişiklik gösterdi. Yaşam seviyelerinin düşmesinde yönetici kadroların kötü yönetim sergilemelerinin dışında savaş, deprem, yangın, sel… vb. olaylarında etkisi olmuştur. Roma İmparatorlarının ekserisi imparatorluklarını iyi yönetmek için gayret göstermişler, ancak bazıları talihsiz olaylarla karşılaştıkları için gerekli başarıyı gösterememişlerdir.
Romalılar Döneminde Tuzla ve çevresinde meydana gelen önemli olayları ve yapılan faaliyetleri şu şekilde özetleyebiliriz:
İmparator Gais’un ölmesinin ardından MS,41 yılında imparator olan Claudius, Anadolu’da ki Roma egemenliğini elinde tutabilmek için Anadolu’da özellikle Nikomedia(İzmit) ile Kalkedon(Kadıköy)arasında karayolları ve limanlar yaptı. Yeni yol ve limanların yapılması ulaşımı canlandırdı ve buna bağlı olarak ticari alanda önemli gelişmeler yaşandı.
MS,117 yılında imparator olan Hadrianus da önemli imar faaliyetlerinde bulundu. Nikomedia’ya gelerek yapılan imar faaliyetlerine bizzat nezaret etti. Gezisi bitip Roma’ya döndüğü zaman Marmara Denizi'ne açılan İzmit Körfezi'nin ucunda Bitinya kralı I. Nikomedes tarafından kurulan Nikomedia ve yöresinde büyük bir deprem oldu ve bu felaketin üzerine İmparator Nikomedia’ya geri döndü. Deprem o kadar mal ve can kaybına sebep olmuştu ki İmparator halkın üzüntüsünü bir miktar da olsa azaltabilmek için deprem bölgelerine yardımlarda bulundu.
Hadrianus’un MS, 138 yılında ölmesinden sonra imparator olan Antoninus, Hadrianus’un Kocaeli Yarımadası’nda meydana gelen 123 yılı depreminden sonra yürüttüğü imar faaliyetlerine devam etti. Deprem sonrası Sapanca Gölü ile Nikomedia arasında meydana gelen yer yer çöküntüler ovayı bataklığa dönüştürdü. Kanallar açılarak ova kurutuldu ve tarıma hazır hale getirildi. Bataklıkların kurutulmasıyla Kalkedon - Anadolu yolunda da güvenlik sağlanarak yol ulaşıma açıldı.
Kocaeli Yarımadası 123 depreminden sonra birçok deprem felaketine daha uğradı yaşanan depremlerde Bitinya’da birçok kent yerle bir oldu.
Bir büyük deprem de Commodus Dönemi’nde yaşandı. Commodus, depremde zarar görenlere yardımda bulundu ve Nikomedia’ya ikinci kez MS, I. yüzyıldan itibaren Roma İmparatoru için tapınak yapan bir kente verilen ünvan anlamında Neokorosluk ünvanı verildi. Depremden sonra kent sikkeleri üzerinde Remus ve Romulus’u emziren dişi kurt tasvir edildi. Bu tip sikke, Roma’nın kuruluşunu tasvir ettiği için Roma’nın her yerinde kullanıldı. Böyle bir uygulama, depremin büyüklüğünü, köy ve kentlerin yeniden kurulacak kadar hasara uğradığını göstermektedir.
Romada Birliğin Yeniden Sağlanması
İmparator Commodus’un MS 92 yılında ölmesinin ardından Roma imparatorluğu kavga ve kargaşa ortamına sürüklendi. İlliya’da Severus ,Suriye de Niger ve Roma’da Pertinax imparatorluklarını ilan ettiler. İlliya’da bulunan Severus, aynı yıl Roma’ya gelerek Pertinax’ı öldürdü ve onu saf dışı bıraktı. Nikomedya, Severus’u tuttuğu için Anadolu’da bulunan Niger ise Nikaia (İznik’)ya gelerek orayı ana kent ilan etti. O sırada Byzantion(İstanbul) da Nigeri desteklediğinden Nikomedia çember içine alındı. Savaşın ikinci safhasında Trakyada ki Perinthos(Tekirdağ Ereğlisi) Severus’un yanında yer alınca savaşın kaderi değişti ve Niger’in kuvvetleri dağıldı. Nikaia ve Byzantion teslim oldu. Severus ise bu iki kenti yıkarak yağmaladı dolayısıyla Tuzla ve yöresi bu mücadelenin ortasında kaldı.
Savaşın sonra ermesinden sonra Severus, Nikomedia’ya birkaç kez daha geldi ve şehrin imar işleriyle yakından ilgilendi. Ayrıca Lbyssa (Dil İskelesi)’da bulunan Hannibal’ın mezarını yeniden yaptırdı.
Got İstilası
Küçük Asya, Gotlar’ın (Güney İskandinavya’nın Gotland bölgesinde oturan bir Cermen kavmi) ve komşularının korsanca saldırılarına maruz kalıyordu. Gotlar ve Boranlar Roma’nın o an ki dağınık durumundan yararlanarak Doğu Karadeniz’deki Roma kentlerine saldırdılar. Pityus ve Trabzon kenti Boranların saldırısına uğrayarak yağmalandı. Boranlar, önemli miktarda ganimet ve esir aldılar. Bu durumu gören Gotlar da aynı yola başvurdular, ancak Doğu Karadeniz kıyıları yağmalandığından yönlerini Batı Karadeniz kıyılarına yönelttiler.
İstilacıların korkutucu ve kan dökücü olmalarına karşılık Roma Garnizonu, sonuç alma bakımından istilacılardan sayıca daha üstün güce sahipti. Fakat her nedense Boğaz’ın kuzey girişini koruyan Anadolu Kavağı çıkıntısı üzerinde Zeus Ourious Tapınağı’nın yanında bulunan Romalı muhafız birliği acele ile bulundukları yeri terk edip kaçtılar. Gotlar da hiçbir karşı koyuşla karşılaşmadan Kalkedon’u teslim aldılar. İstilacılar, Kalkedon’u yağmaladıktan sonra hangi yöne gidecekleri konusunda tereddüt ederken ganimetten pay almak isteyen bir Nikomedialının rehberliğinde karadan ve denizden Nikomedia’ya doğru hareket ettiler. Uzun yıllardan beri savaşmayan Bitinyalılar barış içinde yaşamış ve savaşmayı unutmuşlardı. Bu yüzden Gotlar MS,257-258 yıllarında Bitinya krallarının başkentliğini yapmış olan ve büyük servetin bulunduğu Nikomedia’yı kısa sürede işgal edip yağmaladılar aynı şekilde Nikaia’yı, Prusa(Bursa)’yı da yağmaladılar.
Tuzla ve yöresi de dahil olmak üzere Kalkedon ile Nikomedia yerleşim yerleri Gotların istilaları sonucunda can ve mal kaybına uğradılar.
Nikomedia(İzmit) ‘nın Başkent Yapılması
284-305 yıllarında Diokletianus, imparator olduktan sonra çok geniş topraklara sahip olan Roma’nın tek merkezden yönetilemeyeceğini bildiği için yönetimle ilgili reform denebilecek idari düzenlemeler yaptı. Bunların başında dörtlü yönetim sistemi gelmektedir. Dörtlü yönetime geçildiği zaman Diokletianus Nikomedia'yı kendine başkent yaptı. Nikomedia(İzmit)’nın iyi bir limanı olması kara ve deniz ulaşımının uygunluğu başkent olmasında etkin rol oynamıştır.
Yeni Başkent: Konstantinopolis
Diokletionus ve Maximianus 305 yılında aldıkları bir karar gereği imparatorluktan ayrıldılar. Bunun üzerine iktidar mücadelesi başladı. Sonuçta Konstantinus ile Licinius ikisi birlikte Roma’yı yönetmeye başladılar. Sekiz yıl birlikte iyi bir yönetim sergilediler, fakat sonraları tek başına iktidar olma hırsı bu iki yöneticiyi de karşı karşıya getirdi. Edirne’de yapılan savaşta Licinius yenilerek Byzantion(İstanbul)’a sığındı. Karada yapılan savaş durumu denizde de devam ediyordu. Deniz savaşını Konstantinus kazandı. Licinius yaşamını sürdüreceği sürgün yeri olan Selanik’e gönderildi. İmparatorluk yeniden tek imparatorla yönetilmeye başlandı.
Konstantinus tek başına iktidarı ele alınca önceden beri kafasında tasarladığı başkent arayışlarını sonuçlandırdı ve Byzantion(İstanbul)’da karar kıldı. Kent yapılacak alanın sınırları belirlendikten sonra imar çalışmalarına 324 yılında başlandı ve 330 yılında tamamlandı. Yeni başkentin adı da Konstantinopolis olarak değiştirildi.
İmparatorluk başkentinin Tuzla’nın doğusundan batısına taşınması Tuzla açısından herhangi bir kayba neden olup olmadığı konusunda net bir şey söylenemez fakat Tuzla bu durumda başkente bir adım daha yaklaşmış bulunmaktaydı. Belki bu yönüyle bazı kazanımları olmuş olabilir. Konstantinus’un Hristiyanlığı kabul etmesi ve Hristiyanları inançlarında serbest bırakması Tuzla ve yöresinde Hristiyanlığı kabul etmiş insanlar için bir kazanç olması söz konusudur.
BİZANSLILAR DÖNEMİ
Tuzla tarihinde ki en uzun dönemdir. Roma İmparatorluğu, İmparator Theodsius’un ölümünden sonra oğulları arasında 395 yılında paylaşıldı. Doğu Roma ve Batı Roma İmparatorluğu olmak üzere iki ayrı devlet oldu. Sonraki dönemlerde Doğu Roma İmparatorluğu Bizans İmpratorluğu olarak anılmaya başlandı.( Ancak ‘Bizans’ kavramını Doğu Romalılar hiç kullanmamışlar ve onlar her zaman kendilerini Romalı olarak adlandırmışlardır).
Bizans İmparatorluğu , Roma İmparatorluğu’nun devamı niteliğinde olduğu için kuruluş tarihi olarak farklı görüşler ileri sürülmüştür. Bu konuda tarihçiler arasında tam bir mutabakat sağlanamamış olmakla birlikte genel kabul gören bir görünüşe göre Roma İmparatorluğu’nun bölündüğü tarih olan 395, Bizans İmparatorluğu’nun da kuruluş tarihi olarak kabul edilmektedir. Bunun yanında, Konstantinus’un Roma’yı terk edip, Byzantion(İstanbul)’u Roma İmparatorluğu’na yeni başkent yaptığı 330 tarihini kabul edenler de vardır.
Varlıklı olmaları nedeniyle düşmanları Bizans’a asla gün yüzü göstermediler. Bizans ise yaşamak için sürekli bir mücadele halindeydi. Düşmanlarının Bizans’a saldırmakla kazanacakları çok şeylerinin olduğunu ve kaybedecek bir şeylerinin bulunmadığının bilincindeydiler. Bu yüzden saldırılarının ardı arkası kesilmiyordu. Bu nedenle Bizans tarihinde birçok düşüşler ve yükselişler görülür. Her şeyin bittiği sanıldığı an da yeni bir haneden ortaya çıkmış ve ülke tekrar yükselişe geçmiştir.
Bizanslılar, kendilerine hiçbir zaman ‘Bizans’ veya ‘Bizanslı’ demedi. Yıkılıncaya kadar Romalılık bilincini hiç unutmadılar ve Roma’nın hem büyüklüğünün hem de ihtiraslarının mirasçısı oldular. Mücadeleci ruhlarının verdiği güçle bin yıldan fazla bir zaman barbarlara karşı kendilerini savundular ve yedikleri her darbeden sonra kendilerini sürekli yenilediler.
Bizanslılar kendilerine daima Romalı demelerine ve Latincenin uzun yıllar imparatorluğun resmi dili olarak kullanılmasına rağmen Doğunun etkileri, Latin geleneklerinden üstün gelmişti.Ancak Bizans‘ın bu etkileşimde bir kaybı olmadığı gibi aksine medeniyetleri birleştirerek kültürel açıdan bir zenginlik kazanmıştır. Belki de bu yüzden olacak ki, hiçbir ad ‘Bizans’ adı kadar ünlü olmamıştır.
Bütün bunların yanında Bizans deyince batıl inançlar, politik facialar, aşk faciaları, din faciaları, öç almalar, entrikalar, zorbalıklar, sonu gelmez din bilimi tartışmaları, hadım suikastları, kıymetli taşlarla bezenmiş giysiler, mozaiklerle işlenmiş mermer saraylar düşünürüz.
Tuzla ve yöresi insanları yukarıda bazı özellikleri belirtilen Bizans İmparatorluğu yönetimi altında on bir yüzyıl varlığını sürdürdü. Bölgede, köy mesabesinde yerleşim yerlerinin üçüncü yüzyıldan sonra kurulduğu sanılmaktadır. Ancak kuruluşları ile ilgili kesin bir tarih vermek zordur.
Tuzla ve yöresinin, orduların geçiş yolu üzerinde bulunması ve sık sık Anadolu’ya sefer yapılması yöre halkını tedirgin etmiş olması gibi nedenlerin yöre nüfusunun artmasını engellemiş olması düşünülebilir. Diğer yandan başkente yakınlığı nedeniyle başkentte meydana gelen siyasi, sosyal, askeri ve ekonomik olayların olumlu veya olumsuz etkilerinin yörede görülmesi doğal bir durumdur.
Tuzla’da Bizanslılar ve daha önceki dönemlere ışık tutacak ve o dönemleri aydınlatacak arkeolojik materyallerin varlığından söz edemeyiz. Ancak, Tuzla ve yöresinde çok sayıda kilise ve manastır kalıntılarının varlığı bilinmektedir. Hagios, Tryphon, Hagios, Demetrios, Theotokos Meryem Manastırları ve Değirmenaltı Kilisesi Tuzla Yarımadası üzerinde; Hgios Andreas Manastırı Ekrem Bey Adası üzerinde yer alıyordu. Bu yapılardan geriye tarihi değer taşımayan az sayıda materyal kalmıştır. Sadece İncir Adası üzerindeki Glykeria Kilisesi kalıntısı diğerlerine nazaran daha korunmuş olup yapıldığı döneme ait bazı tarihi bilgileri öğrenebilmekteyiz.
TUZLA YÖRESİNDE OSMANLI ÖNCESİ YERLEŞİM YERLERİ
1-AKRİTAS: Tuzla Burnu’nda Akritas adında bir Rum köyünün varlığı VI. Yüzyıldan beri bilinmektedir. VI. yüzyıldan öncesine ait herhangi bir arkeolojik veri olmadığından köyün kurulduğu tarih ile ilgili bir rakam vermek oldukça zordur.
VI. yüzyılda yapılan Hagios Trifon Manastırı en eski olanıdır. Dolayısıyla bu manastırın yapılış tarihi Akritas köyünün varlığı ile yakından ilgilidir.
2.BRYAS: Tuzla’nın doğusunda kuzey Marmara kıyısında bir liman kentçiği. Bu kentçiğin günümüzdeki Yarımca’nın bulunduğu yerde kurulmuş olduğu sanılmaktadır.
3.DAKİBYZA: Gebze’nin İlk Çağ’daki adının söyleniş biçimidir.
4.GALAKRENE: İzmit Körfezi’nin kuzey sahilinde kurulmuş, manastırı ile ünlü bir liman kentçiği. Bugünkü Hereke’nin yerindeydi.
5.KARTALİMEN: İlk Çağ Bitinyası kentlerindendir. Bu günkü Kartal ilçesinin bulunduğu yerde kurulmuştu.
6.LBYSSA: Tuzla’nın güneydoğusunda Gebze sınırları içerisindeki Dil İskelesi’nin bulunduğu yerde kurulmuş Antik Çağ kenti veya kasabası. Bu kent Hannibal’in mezarının orada olmasıyla ünlüdür.
7.NASSES: İlk Çağ Bitinyasında Pendik ile Kadıköy’ün orta yerinde bir kasaba. Muhtemelen bugünkü Bostancı yöresinde idi.
8.NİKİTİATON: Muhtemelen Philokrini ile Tuzla arasında bir yerde bulunuyordu. Nikitiaton Kalesi ve köyü hakkında ilk kayıtlara İznik İmparatorluğu Döneminde rastlanmaktadır
9.PANDİCHİON: Tuzla’nın batısında ve Tuzla’ya bitişik bugünkü Pendik ilçe merkezi. En eski yerleşim yerlerinden biridir. Pendik ,Kadıköy ile İzmit arasında bugün olduğu gibi her dönemde önemli yerleşim ve konaklama yerlerinden biri olmuştur.
10.PHİLOKRİNİ: İzmit Körfezi’nin kuzey sahilinde bulunan Bizans kentçiği. Bu kentçiğin yeri konusunda değişik görüşler ileri sürülmüş, ancak Tuzla ile Darıca arasında deniz kıyısında olduğu tahmin edilmektedir.
11.PONTAMUS: Pendik ile Dil iskelesi(Libyssa)’nin tam ortasında bulunan bir kasaba. Yeri tam olarak bilinmemekle beraber Tuzla’nın Değirmenaltı mevkiinde veya Tuzla’nın çok yakınında bulunduğu tahmin edilmektedir
12.TARARİON: Bugünkü Darıca’nın kurulduğu yerdeydi. Evliya çelebi Darıca için: ‘Lebbi deryada dört köşe bir kalesi vardır. Kalenin limana bakan tarafında bir kapısı bulunmaktadır. Dizdarı ve muhafızı yoktur. İçinde yirmi kadar kiremit örtülü ev bulunmaktadır.’ demektedir. Bu ifadelerden kalenin pek büyük olmadığı anlaşılmaktadır.
TARİHİ SÜREÇ İÇERİSİNDE TUZLA’DA OLUŞAN KURUM VE KURULUŞLAR
1.TUZLA TAHAFFUZHANESİ(KARANTİNA)
Osmanlı Devleti Dönemi’nde hastalıklarla bilimsel yöntemler yoluyla mücadele etme uygulaması 1831 yılındaki kolera salgınından sonra başladı. 2. Mahmut’un emriyle karantina için ilk defa bir Meclis(Meclis-i Tahaffuz) toplanarak 1838 yılında göreve başladı. Yapılan toplantıda, vebanın insandan insana geçmesi düşüncesinden hareket edilerek nasıl ki hastalar için hastaneler varsa veba için de tahaffuzhaneler ve sağlık kontrolleri oluşturulmalıdır, sonucuna varıldı. Bu düşünceyi desteklemek için de Şeyhülislam’dan fetva alındı.
2. Mahmut’un, ortaya çıkan hastalıkları tahaffuzhanelere haber vermede herkesi mecbur etmesinin nedeni XVII. ile XIX. yy başlarında insanları kırıp geçiren veba hastalığının olduğunda şüphe yoktur. Bu kadar fazla insanın ölmesinde sadece veba hastalığı değil kolera, tifo, tifüs, sıtma… vb. hastalıkların da etkili olduğu görülmektedir.
Sağlık hizmetlerini devlet politikası haline getiren 2.Mahmut 1839 yılında ölünce, yerine padişah olan Abdülmecit aynı politikayı devam ettirdi.
Bu hastalıkların önlenmesinde tahaffuzhanelerin önemli yararları görüldü. Bu uygulama ile hastalığın görüldüğü yerler kontrol altına alınarak bölgeye giriş ve çıkışlar denetim altında tutulmakta ve hastalığın yayılması önlenmeye çalışılıyordu.
2.Abdülhamit Dönemi’nde de sağlık işleri devlet politikası olarak sürdürüldü. İstanbul’a deniz ve kara yolu ile gidecek yolcular için 1893 tarihinde Tuzla’ya, Çatalca’ya ve birkaç yere birer tahaffuzhane yapılmasına karar verildi.
Anadolu’dan kara yolu ile gelenler Tuzla Tahaffuzhane’sinde önce 24 saat karantinada bekletilerek sağlık kontrolleri yapılıyor ve bulaşıcı hastalık taşıdığından şüphe edilenler iyileşinceye kadar karantinada bekletiliyordu.
Yurt içinde salgın tehlikesi gösteren ve bu sebeple derhal sorumlu yerlere bildirilmesi gereken hastalıklar tespit edilmiştir. Bu hastalıkların başında veba, kolera, tifüs. çiçek ,sarı ve lekeli humma… v.b hastalıklar gelmektedir. Bu hastalıkların bir salgın haline gelmesini, yurt içine girmesini ve yurt içinde yayılmasını önlemek karantinaların en önemli amacıdır. Bu amacın istenilen noktaya ulaştırılması için karantina uygulamalarının, nüfus kaybını önlemede ve insan sağlığını korumada önemli yararları olmuştur.
Tuzla Tahaffuzhanesi şimdiki İTÜ Denizcilik Fakültesi alanı içinde bulunuyordu. İşlevini yitiren tahaffuzhaneden geriye kütüphane ve idare binası kalmıştır.
2.TUZLA ASKERİ HASTANESİ
Balkan ve Birinci Dünya Savaşı sırasında Tuzla Tahaffuzhanesi yakınında kurulan bir hastanedir. Bu hastane 1912-1913 yıllarında kolera hastalığına yakalanan askerlerin tedavileri amacıyla kullanılmıştır.1914 yılında zührevi hastalıklar hastanesi olarak hizmet vermiştir. Hastanenin 300 yataklı olmasına rağmen hasta sayısı 30 u geçmemiştir.1919 yılları sonrasında Çamlıca’ya nakledilmiş ve bir süre sonra da faaliyetine son verilmiştir.
3.DENİZ HARP OKULU
Osmanlı ordusunda yapılan pek çok ıslahatın sonucu olarak bazı askeri kurumların temelleri atılmıştır. Bunlardan en önemlisi, Mühendishane-i Bahr-i Hümayun adlı denizcilik kuruluşudur. Deniz Harp Okulu; 1773 yılında Mühendishane-i Bahr-i Hümayun adıyla Cezayirli Gazi Hasan Paşa tarafından kurulmuştur. Bu dönem; 3. Mustafa’nın padişahlık yaptığı dönemdir.
Mühendishane-i Bahr-i Hümayun, aynı zamanda İTÜ‘nün de temellerinin atıldığı kurumdur.
Mühendishane-i Bahri Hümayun; günümüz Türkçesiyle “İmparatorluk Deniz Mühendishanesi” demektir. Adından da anlaşılacağı üzere dönemin donanmasında ve ordusunda görev alacak mühendisler yetiştirmeyi, tersanenin ve donanmanın dış güçlere bağlı kalmadan geliştirilmesini amaç edinmiştir.
4.HAYDARPAŞA –TUZLA-İZMİT DEMİRYOLU
İstanbul’un Anadolu’ya açılmasında 3 Mayıs 1873 tarihinde ulaşıma açılan Haydarpaşa-İzmit Demiryolu önemli bir yer tutmaktadır. Daha sonra Anadolu Demiryolları olarak adlandırılacak bu hat; önce Eskişehir’e, sonra Ankara’ya ve daha sonra da Konya’ya kadar uzatılacaktır. Demiryolları, genellikle suyollarının ya da taşımacılığın yetersiz olduğu alanlarda işlevseldir. Bu anlamda, Haydarpaşa-İzmit demiryolunun denize paralel olarak (ve çok yakın) yapılmış olması ayrıca dikkat çekicidir. Haydarpaşa-İzmit Demiryolu üzerine Osmanlı Arşivi’nden çıkan belgelerle ve Alman arşivlerinden çıkan belgelerle yapılan çok önemli ve değerli çalışmalar mevcuttur.
Hattın güzergahı 1870 yılında Nafia Nezaretinin görevlendirdiği mühendislerce hazırlanmıştır. Fen memuru Mojel Bey, başkanlığındaki heyetle iki kere keşif yapmış ve daha sonra inşaat sırasında bizzat denetleme işlerini üstlenmiştir. İlk keşifte 75 km olacağı hesaplanan hat için keşif bedeli 93,750 kuruş olarak belirlenmiştir. Haziran 1870 tarihli arz tezkeresine göre ikinci keşifte hat boyu 90 km, keşif bedeli 180,000 kuruşa çıkarılmıştır. Bu istek Maabir İdaresince kabul edilmiş ve böylece hattın keşfi tamamlanmıştır. Belirlenen son
güzergahtan ve bu masraflar üzerinden hattın inşasına başlanmıştır. İlk keşif ile ikinci keşif arasındaki mesafe ve masraf farkı çarpıcıdır. İlk keşifte planlanan güzergah, eskiden kervan yolu olarak da kullanılan ve sahil şeridinden içeride ve denizden yüksek bir mevkiden geçmektedir. Kuş uçuşu daha kısa olan bu yolun, deniz yolu ile ilgisi yoktur. Dolayısıyla sahil şeridinden geçen bir hattan daha kısadır. İkinci keşifle belirlenen güzergah deniz kenarından geçmektedir, ilk keşifteki hatta göre daha uzundur, engebeli ve dolambaçlıdır. Bu nedenle maliyet de artmıştır. Şekil 1’ de mevcut hattın güzergahı görülebilir. İstasyonlar arasında Haydarpaşa, Kızıltoprak, Erenköy, Bostancı, Kartal, Pendik, Tuzla, Gebze, Diliskelesi, Tavşancıl, Hereke, Darıca ve İzmit istasyonları sayılabilir.
Demiryolu hattı Haydarpaşa-Tuzla, Tuzla-Tavşancıl ve Tavşancıl-İzmit olmak üzere üç ayrı koldan yapılsa da inşaata 1872’de Gebze ve Darıca köylerinden başlanmıştır. Haydarpaşa-Tuzla arasının 35 km olması planlanmış ve 1,400,000 Frank’a Mühendis Mösyö Dö Stive tarafından yapılmıştır. Bu hatta 700 işçi ve 200 yük katırı çalışmış ve yaklaşık 10 ayda bitirilerek 4 Ekim 1872 de kullanıma açılmıştır. Bu bölümde hizmeti geçenlere 31,710 kuruş atiyye-i seniyye verilmiştir.
Tuzla-Tavşancıl kısmının 26km olması planlanmış ve kilometre başına 45,000 frank birim fiyat üzerinden Müteahhit Bastilika tarafından yapılmıştır. Bu kısmında Haydarpaşa-Tuzla kısmı gibi 10 ayda bitirilmesi taahhüt edilmiştir. Tuzla Köprüsü’nden itibaren 10km’lik bölümün yalnız toprak tesviyesi kilometre başına 14 000 Frank birim fiyatla 4 ayda teslim edilmek üzere Mösyö Graçnik’e verilmiştir. Bu kısımdaki 12km’lik bir bölümün ihalesine arazinin sarp ve kayalık olması nedeniyle müteahhitler talip olmamış ve bu kısım yüzünden Haydarpaşa- İzmit Hattı gecikmeli olarak tamamlanmıştır.Geriye kalan 4km’lik kısımda arazi yeterince zorlu olduğu ve şartlar elverişsiz olduğu için, maliyeti azaltmak için Nafia Nezareti, askerleri çalıştırmıştır. Tavşancıl’dan İzmit’e kadar olan 31km’lik bölümde, bütün işler dahil kilometre başına 32,500 Frank birim fiyattan ve 9 ayda bitirilmek üzere Mösyö Eckerlin’e verilmiştir. Burada 2000 civarında işçi çalışmıştır.
5.İSTANBUL-TUZLA-İZMİT DEMİRYOLU
Pek çok diplomasi faaliyeti sonucunda, çıkarılan bir irade ile 24 Eylül 1888’de Anadolu Demiryollarının inşa ve işletme imtiyazı Deutsche Bank adına Alfred von Kaulla’ya verilmiştir. İki taraf arasındaki mukavele ve istikraz anlaşması 4 Ekim 1888’de imzalanmıştır. Deutsche Bank, Haydarpaşa-İzmit hattını da 6 milyon Frank karşılığında Osmanlı Devleti’nden satın almıştır. İngiliz Arşivindeki belgede ise Almanların Türklere £240.000 ödediği belirtilmektedir. Almanların idaresinde hattın İstanbul’dan başlayarak Anadolu içlerine doğru ilerlemesi de başlamıştır. Mevcut olan Haydarpaşa-İzmit Demiryolu Hattı, daha sonra yapılacak uzatmalara uyumlu hale getirilmiştir. Sonrasında ise 2 Haziran 1890’da 40km’lik İzmit-Adapazarı hattı hizmete açılmış ve 15 Mayıs 1891’de Bilecik’e varılmıştır. 16 tünel ve birçok köprü ve 180 km’ye ulaşan tepeler yarılarak ve 485 km ray döşenerek 27 Aralık 1892’de ilk tren Ankara’ya ulaşmıştır. Padişah, 15 Şubat 1893 tarihinde Anadolu Demiryolları Şirketine mükafat olarak Eskişehir’den Konya’ya 444 kilometrelik bir şube hattı daha döşeme imtiyazı vermiş ve 29 Temmuz 1896 tarihinde raylar Konya’ya varmıştır. Konsolos William H. Wrench tarafından 24 Nisan 1893’de İstanbul’dan gönderilen 1892 yılı raporuna göre, 444 km’lik Eskişehir-Konya için 13,750 Frank ve 450 km’lik İzmit- OÜSBAD Temmuz 2015 İhsan Seddar Kaynar 145 Ankara hattı için, kilometre garantisi 15,000 Frank devlet garantisi verilmiştir
Görüldüğü kadarıyla Osmanlı İmparatorluğu’nda bütünlüklü bir demiryolu tarihi yazılması ihtiyacı halen mevcuttur. Parça parça işlenen konular hala birleştirilmeyi beklemektedir. Mevcut yazın ise daha çok hatların inşaatı sırasında oluşan diplomasinin kronolojik olarak kayıtlara geçirilmesi şeklinde oluşmuştur.
Osmanlı devletinin demiryoluna bakışı daha çok askeri olarak nitelenerek küçümsenmiştir. Ancak askeri gerekçeler düşünülmeden yapılan bir demiryolu da yoktur. Deniz ulaşımının rahatlıkla yapılabildiği İzmit-İstanbul arasında sahil şeridine tek başına bir demiryolu döşemek
tek başına anlamlı değildir. Bu hattın en başından beri İstanbul’u Anadolu içlerine ve Bağdat’a bağlayacağı düşünülmüştür
Hattı sekiz buçuk yıl işleten İngilizler açısından, bu hattın Hindistan içlerine kadar gitmesi gerekiyordu. İngiliz Arşivlerindeki haritada Haydarpaşa-İzmit Demiryolunu, Londra’dan Hindistan’a bağlayan demiryolunun bir parçası olarak Şekil 2.’de gösterilmektedir. Oysa hattı daha sonra uzatma imtiyazı alan Almanlar için ise Bağdat’a kadar gitmesi gerekiyordu.
İstanbul’dan başlayıp Anadolu içlerine giden bir demiryolu bütünüyle iktisadi bir iş değildir. Genel olarak Avrupalı Devletler de bu gözle bakmıştır. Ancak Osmanlı’nın temel bakışı, yeni demiryolu güzergahlarının belirlenmesi tartışmalarında görüleceği gibi, askeri garnizonlar arasında ilişki kurmak olmuştur. Güzergahların belirlenmesi için yapılan toplantılarda Demiryolu şirketlerinin yetkililerinin karşısına Paşaları, bu nedenle koymaktadır. Donald Quataert, İzmit’e kadar gelen demiryolunun Ankara’ya ve Konya’ya uzatılmasını, “ulaşım ve iaşe devrimi” diye adlandırır. Çünkü katır, eşek ve deve gibi yük hayvanlarının gücüne dayalı eski ticaret yollarına bağımlılık ortadan kalkmış ve demiryolu ile İstanbul’a yeni yerlerden taze meyve ve sebze getirmek mümkün olmuştur. Bu durumda Haydarpaşa-İzmit Demiryolu bu devrimin peşrevi olmaktadır. Birden fazla el değiştiren Haydarpaşa-İzmit Demiryolu’nda İngilizlerden alınıp Almanlara verilmesi sürecinde yapılan tartışmalarda ve İngilizlerle imzalanan kiralama evrakında; çalışmanın pek çok yerinde geçen iskelelerden bahsedilmektedir. Raylar ve vagonlar gibi altyapı unsurları ile istasyon binaları yazışmalarda tek tek sayılmış, ancak iskelelerden hiçbir yerde bahsedilmemiştir. Anlaşıldığı kadarıyla iskeleler, inşaat aşamasında kullanılmış, ilerleyen süreçte demiryoluna (yolcu ve yük taşımacılığında) rakip olacağı düşüncesi ile bakımsız kalmıştır.
6.İSTANBUL-TUZLA-İZMİT-ANADOLU KARA YOLU
İstanbul-Tuzla-İzmit-Anadolu kara yolu bağlantısı Osmanlılar Döneminde olduğu gibi Cumhuriyet Döneminde de yol güzergahının çok yerde değişmiş olmasına rağmen kara yolu ulaşımı ve taşımacılık hizmetlerinde kullanılmaya devam edilmektedir. Osmanlı Devleti Döneminde ‘Bağdat Yolu’ olarak anılıyordu. Halk arasında Ankara asfaltı olarak da bilinen E-5 Kara Yolu’nun adı sonradan D-100 Kara Yolu olarak değiştirildi.
Batıda Kapıkule’den başlayan ve İstanbul’a ulaştıktan sonra kesintisiz olarak Atatürk Köprüsü’nden geçip uzanan D 100 Kara Yolu Tuzla-Gebze ve İzmit’ten geçtikten sonra İstanbul’u diğer kentlere bağlayan en önemli transit kara yollarından biri olma özelliğini günümüzde de sürdürmektedir
İstanbul’u Anadolu’ya bağlayan ikinci bir kara yolu ise TEM Otoyolu(Trans European Motorway-Avrupa Transit Kara Yolu)dur.
Taşımacılığın paralı olduğu TEM Otoyolu’nda gidiş-geliş toplam altı şerit bulunmaktadır. Aralıklı noktalardan D 100 Kara Yolu’na bağlanan TEM Otoyolu’nun Kurtköy-Pendik bağlantısı Tuzla’ya en yakın olan bağlantıdır.
TARİHİ SÜREÇTE TUZLA DA YER ALAN İDARİ BİRİMLER
1923 yılında Gebze’ye bağlı olan Tuzla,1936 yılında müstakil belediye olmuştur.20.01.1954 tarihinde tekrar Kartal’a tabi bir belde olmuştur.19507 sayılı Resmi Gazete’de yayınlanan 04.07.1987 gün ve 3392 sayılı Kanun ile Pendik, Kartal’dan ayrılarak ilçe yapılınca Tuzla da Pendik’e bağlanmıştır
Tuzla, 03 Haziran 1992 gün ve 21247 sayılı Mükerrer Resmi Gazete’de yayımlanan Bakanlar Kurulunun 27 Mayıs 1991 gün ve 3806 sayılı Kararı ile Pendik ilçesinden ayrılarak müstakil ilçe yapılmıştır. Tuzla ilçe yapıldığı zaman Aydınlı, Aydıntepe, Cami , Esenyalı, Evliya Çelebi, Güzelyalı, İçmeler, İstasyon, Mimar Sinan, Postane, Şifa, Yayla Mahalleleri ile Akfırat, Orhanlı ve Tepeören köyleri Tuzla’ya bağlandı. Ancak daha sonra 30.12.1993 gün ve 93/42728 sayılı Üçlü Kararname ile Esenyalı ve Güzelyalı Mahalleleri Tuzla’dan ayrılarak Pendik ilçesine bağlandı. Ayrıca 07.04.1996 gün ve 22604 sayılı Resmi Gazetede yayımlanan 1580 Sayılı Belediye Kanunu’nun 7469 sayılı Kanunu’nun değişik 7.maddesi gereğince Orhanlı köyü ile 30.12.1998 gün ve 23569 sayılı Resmi Gazete’de yayımlanan 1580 sayılı Belediye Kanunun 7469 sayılı Kanun’la değişik 7.maddesi gereğince de Akfırat köyü belde belediyesi oldular.
Bu arada Orhanlı’ya bağlandıklarını öğrenen Tepeörenliler, köyün Akfırat’a bağlanması için referandum yapılmasını istediler. Yapılan referandumda %87 oy oranıyla Akfırat’ a bağlanmak istediklerini dile getirdiler. Danıştay 1. Dairesi,Tepeören ‘in Akfırat sınırları içinde mahalle olarak kalmasına karar verdi. Bir yıl Akfırat’a bağlı kalan Tepeören, Orhanlı Belediyesinin İstanbul 5. İdare mahkemesinde dava açarak yürütmeyi durdurdu ve Tepeören 2002 yılı Ocak ayında tekrar Orhanlı’ya bağlandı. Bu gelişmelerin üzerine Akfırat Belediyesi Danıştay’a dava açtı. Danıştay da bu konuda 5. İdare Mahkemesi’nin yetkisinin olmadığı yönünde karar verince Tepeören tekrar Akfırat’a bağlandı.
Ancak daha sonra çıkarılan ve Resmi Gazete’nin 22.03.2008 gün ve 26824 mükerrer sayısında yayınlanarak yürürlüğe giren 06.03.2008 gün ve 5747 sayılı Büyükşehir Belediyesi
sınırları İçerisinde İlçe Kurulması ve Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılması Hakkında Kanun ile Orhanlı ve Akfırat’ın belde belediyeliklerine son verildi ve bu yörelerdeki belediye hizmetleri Tuzla Belediyesi tarafından yürütülmeye başlandı.
Bu değişikliklerden sonra Tuzla Belediyesi’nin hizmet alanı genişleyerek mahalle sayısı 12’den 17’ye çıktı.
1.KAYMAKAMLIK VE TUZLA DA GÖREV YAPAN KAYMAKAMLAR
Tuzla 03 Haziran 1992 gün ve 21247 sayılı Mükerrer Resmi Gazete’ de yayımlanan Bakanlar Kurulunun 27 Mayıs 1991 gün ve 3806 sayılı Kararı ile Pendik ilçesinden ayrılarak ilçe yapıldı. Erdoğan Gürbüz de kurucu kaymakam olarak Tuzlaya atandı.
Sırasıyla tuzlada görev yapan diğer kaymakamlar Mustafa Guni, Fahri keser, Mümin Heybet, Ali Rıza Çalışır ve 17 Eylül 2018 tarihinde atanmış olup halen bu görevini sürdürmekte olan Ali Akça’dır.
2.BELEDİYE VE TUZLA DA GÖREV YAPAN BELEDİYE BAŞKANLARI
Tuzlada belediye ilk olarak Osmanlı Devleti Döneminde kurulmuştur. Belediyenin kurulması için 22 Aralık 1908 tarihinde müracaat edilmiş bu istekleri 29 Aralık 1908 tarihinde kabul edilerek Şehremaneti’ne gönderilmiş ve 06 Ocak 1910 tarihinde de Tuzla da belediye kurulmuştur
Belediyenin kurulduğu sırada kimin belediye başkanı olduğuna dair elimizde bir bilgi mevcut değildir.
1923 yılında Yunanistan’la yapılan nüfus mübadelesi sonucunda önemli ölçüde nüfusu azalan Tuzla’da belediye teşkilatı lağvedilmiş ve 1936 yılına kadar belediye teşkilatı kurulmamıştır. 1936 yılında ise yeniden belediye teşkilatı kurularak müstakil belediye olmuştur
Tuzla 1936 yılında müstakil belediye olunca Mustafa Sarıdoğan, Hüseyin Yenilmez(vekil),Sabri Dörter(vekil) Süreyya Işık, İbrahim İş(vekil), İbrahim Yenen, Emin Tosun(vekil), Refik Soykut, Eşref Akın, Sabri İş, Şinasi Dural ve Ahmet Kılıç; Tuzla ilçe olduktan sonra ise sırayla İdris Güllüce, Mehmet Demirci ve Şadi Yazıcı Tuzla ilçesine Belediye başkanı olmuşlardır.